Mimar Sinan – Prof. Dr. Aptullah Kuran Anlatımıyla

tarafından
410
Mimar Sinan – Prof. Dr. Aptullah Kuran Anlatımıyla


Mimar Sinan her ölüm yıldönümünde törenlerle anılır. Bu törenlerde kişiliği ve mimarlığı övülerek göklere çıkarılır, yaratıcı gücü süslü sözlerle dile getirilir. Ne var ki, Ulu Atatürk’ün “Sinan’ın heykelini yapınız’’ buyruğu ile onun üstün yeteneğine dikkat çektikleri 1935 yılından bu yana heykelinin yapılmasına karşılık onun eserlerine ilişkin araştırmalar arzulanan düzeye erişmemiştir. Sinan konusunda şimdiye kadar yazılanların büyük bölümü sayıları üç düzineyi geçmeyen anıtsal yapılarla sınırlı kaldığı gibi çalışmalar genellikle onun yapılarını tanıtıcı nitelikte olmuş, o yapıları biçimlendiren ilkelerin açıklanmasına fazlaca yer verilmemiştir. Oysa Sinan’ı anlamak için “ne” yaptığının yanı sıra” nasıl” yaptığının araştırılması da önem taşır.

OSMANLI KLÂSİK MİMARÎSİNİN OLUŞUMU
Batı Türk sanatı bir boyutu ile Orta Asya ve Çin, bir boyutu ile klâsik İslâm, bir boyutu de Roma-Bizan* uygarlığına dayalı geniş bir kültür tabanına oturan karmaşık bir oluşumun sade ve temiz görüntüsüdür. XI. ve XII. yüzyılların Selçuklu döneminde Islâm öncesi . bozkır motifleri, ortaçağ Islâm desenleriyle karışmış, XIII. ve XIV. yüzyıllarda Anadolunun bölgesel kültürü bu bileşime katılmış, XV. yüzyılda Türk-Islâm sanatı dinamik bir atılımla Batı Anadolu’da yeni bir bireşime yönelmiştir. Özellikle mimarlık alanında yücelen Osmanlı sanatı İslâm kültürü üstüne kurulmuştur. Ama Osmanlı mimarı, ortaçağ kalıplarıyla yoğrulmuş Islâm geleneğinin ötesinde biçimlere yönelmiş, geleneksel mekân kuruluşunu dikey plana aktarmak ve içine kapanık Islâm yapısını dışa açmak suretiyle köklü değişimini gerçekleştirmiştir.

Kühnel, “Islâm mimarîsi tamamiyle toprağa bağlı yatay bir bünyeye sahiptir” diyor VIL yüzyıl sonlarına tarihlenen Kudüs’teki Kubbet üs-Sahrâ gibi merkezî planlı ya¬yana bırakırsak Kühnel’in bu genellemesinin erken Islâm mimarisinin başlıca özel- nm biri olducunu söyleyebiliriz. İslâmiyet ile bağdaştıracağımız ilk yapı türü camidir, avlunun üç yanında revaklar, dördüncüsünde sütunlu bir salondan oluşan ilk camiler, Uba duvarlarla çevrili, üstü toprak örtülü, alçak tavanlı yapılardı.
” “-l kuruluşu Kabe’ye yönelişi, içe dönük mimarî düzen, Islâm dininin, dış görünüşten çok iç dünyasına verdiği önemi yansıtıyordu. Bu nitelikler, Oleg Grabar’m Islâm sanatının oluşum donemi saydığı 1100 yılına kadarki süre için söz konusu olduğu gibi, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu çağları için de geçerlidir.

Erken İslam mimarîsinin yataylığı ve içine kapanıklığı Anadolu Selçuklu yapılarında sürer; ıda iç mekân kuruluşu dış kitlede algılanmaz. Beden duvarlarının işlevi iç yapıyı dışa *değü mekânı sınırlamaktır. Yapının anlamı dış görünümle ilişkili olmak yerine iç düzen ve uyumu ile bağlantılıdır. Özellikle çok direkli camilerin basık tavanlı iç güçlü bir yataylık duygusu egemendir. Anadolu Selçuklu mimarîsinde bulduğu- h e tarzı, iç mimarinin üst yapı yoluyla dışa yansıması olgusunun sonuca ulaştığı zydda değişecek, Avrupa’nın batısında gök tırmalayan Gotik katedrallerinin ortaya nç yüz yıl sonra görünümü Gotikten çok farklı fakat yapı ile mimariyi bütünleştir – onu akla getiren Osmanlı klâsik camileri, Islâm mimarîsine yepyeni bir yön
mimarisinin temel birimi kubbeli kare-küptür. Kubbeli kare-küp, şüphesiz Osmanlı rözgü bir yapı kalıbı değildir. X. yüzyıl başlarına tarihlenen Buhara İsmail Sâmânî Özbekistan’da Tim’de bulunan 978 tarihli Arap Ata türbesi kubbeli kare-küp yapı- m, Gülpayegân, Zevvare Cuma mescidleriniri1 mihrabları önünde yer alan kub- obbirimleri kubbeli kare-küp motifinin Büyük Selçuklu mimarîsinde önemli bir yeri m işaret eder. Şimdi İsfahan Cuma mescidinin sınırları içinde kalmışsa da, aslında ba- â yapı olan Kümbed-i Hâki (1088), kübbeli kare-kübün Büyük Selçuklu mescidlerin- ilkliğini göstermektedir.

Kubbeli kare-küp mescid yapımı XII. ve XIII. da Artuklu, Danişmendli ve Anadolu Selçuklu dönemlerinde, XIV. ve XV. yüzyıl- yfikler çağında sürdürülmüş ,3 bu arada Osmanlılara geçmiştir. Osmanlılar kubbeli karekübü küçük camilerde tek başına kullandıktan başka, önceleri orta sofa, eyvan gibi baş¬lıca mekânlara, daha sonra binayı oluşturan birimlere uygulamak suretiyle, onu geliştirdik¬leri mimarî sistemin ana öğesi haline getirmişlerdir.
Bu bakımdan, Bursa Ulucamiini Osmanlı mimarîsinde bir dönüm noktası olarak değerlen¬dirmek gerekir. Çünkü tüm mekân birimleri kubbeli kare-küp biçiminde ifade edilerek mo¬düler tasarım yolunda ilk kayda değer adım Bursa Ulucamii’nde atıldığı gibi iç mekân birim¬lerinin üst yapıya yansıyarak dışa açılma eğiliminin ilk akılcı örneği de bu binada karşımıza çıkar. Ne var ki, çok eş-kubbeli Osmanlı camii,büyük orta mekânlı camiye dönüşünceye ve ağır dış duvarlar revak ve galerilerle hareketlendirilinceye kadar,Osmanlı camiiîıin dışa açıl¬ma süreci tamamlanmış sayılmaz. Orta mekânın büyük bir kubbe altında toplanması XV. yüzyılın ikinci çeyreğinde Edirne’deki Uç Şerefeli Camide, yapı kitlesinin insan ölçeğine indi¬rilmesi yüzyıl sonra İstanbul Şehzade Mehmed Camii’nde gerçekleşir.

Uç Şerefeli Cami sağında ve solunda kare planlı ikişer kare-küp birimi bulunan büyük bir orta mekâna sahiptir. Üst örtüsü 24 m. çapında bir kubbe ile onun iki yanında yer alan çifte kubbelerden oluşur. Şüphesiz, yan kubbelerin çapı cami mekânını boydan boya örten orta kubbenin çapından küçüktür. Yan kubbeler büyük orta kubbeden daha da alçaktırlar. Yatay planda büyüyen orta kubbe basit bir geometri kuralı uyarınca onun dikey planda yükselmesi¬ne neden olmuş, merkezde yükseliş eş-kubbeli erken Osmanlı camiinde görmediğimiz yeni bir mimarî ifadenin doğmasına yol açmıştır.
Çok eş-kubbeli üst yapısı bir yana bırakılacak olursa,Bursa Ulucamii,geleneksel cami kavra¬mını sürdüren yatay kuruluşlu içine dönük bir yapıdır. Yalnız burada, tonozlu üst yapı siste¬mi düz toprak dam altında kalan Anadolu Selçuklu camiinden farklı biçimde, beden duvarla¬rı aşağıya çekilip mekân birimlerinin üst örtüsünün gizliliği yok edilmiş, böylece iç yapının dışardan algılanma olgusu netleşerek, küçük büyük, kubbe ya da tonozlu her mekân birimi¬nin, saçak çizgisinin üstünde tanımlanma süreci başlamıştır.
Osmanlı klâsik mimarîsinde iç mekânın dıştan algılanma olgusu bir yandan yapının iç ve dış yüzeyleri arasındaki bütünleşmeyi sağlarken bir yandan da üst yapıyı ayakta tutan taşıyı¬cıların azalmasına yol açmıştır. Bu yolda üç aşamalı bir gelişme görülür:
ilk aşamada mihrab önü kubbesi ya da üçlü kubbe motifine yer verilen Selçuklu uygulama¬sından,6 her mekân biriminin kubbe ile örtüldüğü erken Osmanlı uygulamasına geçilir. ikinci aşamada iç mekânın ortasında ötekilerden büyük bir mekân oluşturulur. Son aşamada büyük orta mekânın çevresindeki küçük kubbeli birimler yarım kubbeler altında toplanır.


Bursa Ulu Camii ve Üç Şerefeli Cami birinci ve ikinci aşamaları temsil ederler. İstanbul’da¬ki Fâtih, Bavezid ve Şehzade Mehmed camileri üçüncü aşamanın örnekleridir.
1/ 66 depreminde çöken ilk Fâtih camii,1 Üç Şerefeli ile başlayan merkezîleşme akımını bir adım ileri götürmüş, orta mekânı örten ana kubbe bu camiin mihrabı yönünde bir yarım kubbe ile beslenerek yan sahmlar üçer kubbeli yapılmıştır. Bayezid camiinde derinlik daha da artırılmış, orta mekânın hem önüne hem arkasına bir yarım kubbe konularak yan şahın- larda kubbe sayısı dörde yükseltilmiştir. Böylece geleneksel cami şemasına uygun olan Üç Şe- refeli’nin aksine Bayezid Camii’nde eni ve boyu eş olan kare planlı bir kitle elde edilmiştir. Ancak, kare planlı ana kitlesi ve yine kare planlı şadırvan avlusuna rağmen, şimdi iç mekâna katılmış, fakat aslında iç mekândan bağımsız olan alçak yan kanatlar ile Üç Şerefeli’ninkileri andıran desenli minareler, klâsik dönemin müjdecisi olmakla birlikte İstanbul Bayezid Cami¬min erken Osmanlı mimarîsinden tümüyle kopmadığını gösterir.

Mimar Yakub Şah’m,Bayezid Camiine getirdiği sistemi,Sinan, Şehzade Mehmed Camiinde akılcı sonuca vardırmıştır. Tabhaneleri cami kitlesinin dışına çıkarmış, biri açık öteki kapalı iki kareden oluşan kitle kuruluşuna simetrik bir düzen egemen olmuştur. Şöyle ki, Şehzade Mehmed Camiinde ana kubbeyi dört yanda, her biri ikişer ekzedra ile eteklenen dört yarım kubbe beslemekte, haçvari üst vanıdan arta kalan köselerin üstünde, küçük kubbeler ver al-~ akta, köşe kubbeleri,silindir gövdeli ağırlık kuleleriyle birlikte,köşegenlerde üst yapıya basa¬maklı piramidal bir görünüm vermektedir.

Osmanlı klâsik caminin İstanbul Aya Sofya bazilikası ile başlayan mimarî üslubun devamı cliuğu sanat tarihçilerince öne sürülmüş ve üzerinde çok tartışılmış bir konudur . Bu akra¬balığı akla getiren başlıca öge, Osmanlı klâsik camiinin merkezî planlı kuruluşu ve özellikle İstanbul Bayezid, Süleymaniye ve Kılıç Ali Paşa camilerinin uzunlamasına eksen üzerinde iki vsrun kubbeli üst örtü sistemidir. Hemen belirtmek gerekir ki, İstanbul’un siluetini oluşturan camilerin bir bütünün parçaları olduğu açıktır. Bu camiler arasında Aya Sofya da yer alır -. e onu İstanbul’un selâtin camilerinden ayrı düşünmek söz konusu olamaz. Fetihten hemen sırma camiye dönüştürülen Aya Sofya bazilikasını Osmanlı Sarayı ve uleması başka gözle gör- t emiştir. Kanımızca, Yeni Sarayın (Topkapı Sarayı) yer seçiminde Aya Sofya camii önemli rol oynamış, Sur-u Sultanî, Aya Sofya’nın yakınından geçirilmek suretiyle geleneksel İs¬li m ceminin çekirdeğini oluşturan saray-ulucami birliği,1′ İstanbul’un yeniden kuruluşunda i Sesini bulmuştur. Aya Sofya İstanbul’un ilk ve önde gelen ulucamiidir10 ve bu özelliğini Czmhuriyet dönemine kadar korumuştur.

Oze yandan, Osmanlılar için Aya Sofya’nın cami olarak önemi ile yapı olarak Osmanlı mimarisine katkısı iki ayrı konudur. Osmanlı klâsik mimarının Aya Sofya’dan esinlenmemesi, ocî- erişilmeve çalışılan bir hedef yapmamış olması düşünülemez. Pandantifin Türk üçgenleri- zz ” erini alması, yarım kubbenin Osmanlı yapısına girişi, orta kubbenin bir aşırı pencere ‘3 anda duvarlarla kuşaklanması hep Aya Sofya ile ilgilidir. Osmanlı mimarîsinde sivri i merin .yalnız kubbe kasnağına ve kubbe eteğine açılan pencerelerde görülmeyişi, buralarda T. i* m kemerli pencereye yer verilişi, selâtin camilerinde orta kubbe düzeninin tüm ögeleler birlikte Aya Sofya’dan alındığını ortaya koyar. Başka türlü söylersek, Osmanlı klâsik
– • – A . a Sofya’yı hiç bir zaman kendisine yabancı addetmemiş, onu Osmanlı kültür zinci- m:. rır halkası gibi görerek ondan yararlanma yolunu seçmiştir.

reksf Aya Sofya’nın Osmanlı selâtin camileri üzerinde etkisinin daha çok teknik konulara baL- kaldığı da bir gerçektir. Bunu doğal karşılamak gerekir. Çünkü daha önce belirttiğimiz Osmanlı ulucamiinde gördüğümüz merkezîleşme eğilimi İstanbul’un fethinden önce or- -v j çıkmış. 1453’den sonra değişikliğe uğramadan sürdürülerek olgunlaşmıştır. Bu gelişmede A ı Sofya’nın tek eksenli bazilikal iç düzeni ile büyük orta kubbesini bir binada toplayan cr – işlev-biçim sisteminin bir rolü olmadığı açıktır. Aya Sofya’da doğu-batı ekseni

Urzzir iki varım kubbe ile beslenen merkezi kubbe kare planlı kitlenin içine yerleştirilen mzlızufina orta mekânın örtüsüdür. Bu örtü sistemi yan sabunların örtüsünden farklı bir görünüm taşır. Aynı şekilde, yüksek ve ferah orta mekân ile iki katlı, alçak ve loş yan sabunlar mâsm.ia bir karşıtlık görülür. Orta mekânın yan sabunlara doğru akışı sütun dizileriyle kısıtlıdır. Küçük Aya Sofya’da da gördüğümüz gibi içiçe geçmiş çift kabuklu bir sistem kullanılmıştır.

Prof. Dr. Aptullah Kuran 15 Şubat 1985